Aklın alamayacağı bir cehennem ortamının görüntülerini izliyoruz hem de tam 75 yıldır.
Kardeşin kardeşe kırdırıldığı bir ortamda, “işlenmiş belleklerimizle” medeniyet havzalarının kör şiddete teslim edildiği, yığınlarca aktör ve faktörün birbirine geçtiği bir sürece üzülüyor, kanıyor, acıyor ama yıllara yayılan “tarihin en uzun cenaze töreni”nde film kareleri gözümüzden kaybolduğu anda gömülüyoruz kendi koltuklarımıza.
Sokağa çıkan herkesin vurulduğu, yerlerin kana bulandığı, cenazelerin elden ele taşındığı, geride kalanların hayatlarını riske atarak sokaklardan ceset topladığı, tarifine kelimelerin yetemediği bu cehennemde, keskin nişancılara hedef olmadan sokak ortasında yatan cesetleri urgan veya telle içeri çekmeye çalıştıkları sahneler bir kâbustan fırlamış gibi adeta.
Baştanbaşa ceset kokan, yüreklerin yangın evine döndüğü, sürgün yemiş evlatların parçalanmış cesetleriyle tüm yaşamları iki fotoğraf karesine mahkûm edilen annelerin feryatlarının arşı yırttığı, merhametin beşiklerde yakıldığı; işgalin ve yağmanın girdabında; garbın aç kurtlarına şarkın Yusuf’larını kurban eden; mazlumun ahının, zalimin günahının resmedildiği; kalburcuların her karışını zulüm tarlasına çevirdiği; bölgenin üstü kapanmış yaralarının hunharca açıldığı, atılan her adımın nefret figürüne dönüştüğü, gerçeklerle birlikte toplumsal dokunun da katledildiği; katilin hâkim, maktulun mahkûm olduğu; insanlığın göz yumduğu, kulak tıkadığı, adalet ve merhametin parçalandığı, “sözcüklerin hâlâ bir anlamı var mı?” dedirten bir cenaze töreni bu.
Evet, Filistin’den söz ediyorum.
75 yıldır zaten kanayan bu yara yaklaşık bir ay önce bir kez daha kaşındı ama bu kez yaranın her tarafından oluk oluk kan akıyor.
Ne oldu, nasıl oldu, neden oldu gibi sorulara cevap bulmak, bilginin artık “çöp yığını” haline geldiği bir ortamda cevapsız sorular. Zira hemen herkesin kendi fikri, düşüncesi ve ideolojisini yine kendi doğrularıyla parlattığı bir zamanda yaşıyoruz.
Ayrıca tarihin en etkili dezonformatik kuşatmalarından biri ile karşı karşıya olduğumuzu da eklemek lazım sanırım. Zira Afganistan’da ABD savaş uçaklarından atılan bombalarla öldürülen sivil köylülerin haber ajanslarına “Taliban militanları öldürüldü” şeklinde yansıtılması hala hafızalarımızda diriliğini koruyor.
Çünkü adamlar, aynı zamanda medya krallığının algı tahtını da işgal etmiş durumdalar ve ellerindeki medya gücünü aynı zamanda bir psikolojik harp aracı olarak kullanıyorlar. Bu da bizi savaş ve kriz bölgelerinden çıkan haberlerin mutlaka birilerinin filtresinden geçtiği gerçekliğine götürüyor.
Eski İngiltere başbakanlarından David Lloyd George’nin, “İnsanlar gerçeği bilirlerse savaşlar yarın bitebilir, fakat asla gerçeği bilemezler ve bilmeyecekler” sözü ise benim bu tezimi ziyadesiyle doğruluyor.
Yani aslında bugün karşımızda şiddeti amaçlarına ulaşmak için bir araç olarak kullanan insanlar yok, bizzat şiddeti amaç haline getirmiş durumdalar ve ellerindeki medya gücü ile bütüne değil köpürtülebilecek parçaya odaklanmamızı sağlıyorlar.
Vatanları işgal altında olan, özgürlükleri ellerinden alınan, inançları ve yaşam tarzları tehdit edilen insanların direnmeleri ve haklı mücadelelerine bin bir kılıf uydurup bu savaşı ısrarla sürdürenler, son bir aydır devam eden çatışmalarda 2022 Kasım ayından bu yana dünyadaki tüm bölgelerde meydana gelen savaşlarda ölen çocuk sayısından daha fazla çocuğu öldürmüş durumda. Yani eli kanlı kravatlı toplum mühendisleri sadece son bir ayda 3324 çocuğu katletmiş.
Topraklarını ve vatanlarını savunan bu masum insanlara “terörist” damgası vuran nasipsizlerin karşısına da, şu ana kadar herhangi bir devlet çıkıp da, asıl terörün “işgal” olduğunu anlatmadı, aslında anlatamadı. Zira günümüz itibariyle bunu söyleyecek ekonomik, iktisadi ve dahi askeri güce sahip bir İslam coğrafyası yok, kısa vadede de olacağa benzemiyor.
Yani, ortaya çıkan her haksızlık ve zulümde meydana çıkıp “nerde bu İslam Alemi?" diyenlerin farkına varması ve yüzleşmesi gereken bir gerçeklik var;
Ortada İslam var evet ama âlem yok.
İslam var çünkü halen aramızda seher vakitlerinde gözyaşları ile abdest alanlar var. İslam var çünkü hala aramızda derdini dava edinen ve gecesini gündüz edenler var. İslam var çünkü her bir kanayan yarayı kendi yarası olarak görenler var. İslam var çünkü nerde bir zulüm görse onun için kendini pareleyenler var. İslam var çünkü bu dünyadaki cenneti inşa etmeden ötelerdeki cenneti elde edemeyeceklerine inananlar var.
Ama alem yok..
Zira hürmeti çiğnenmiş, izzeti kundaklanmış, geçmişi silinmiş, bağlı olduğu toprağıyla kültür bağı koparılmış, her bir ferdinin zihnine haz ve hız tohumları ekilmiş, her bir karışı zulümle ve gözyaşıyla sulanmış, övündüğü geçmişinden bir gelecek inşa edemeyen, kendi gök kubbesini bırak inşa etmeyi onun farkına bile varmayan bir toplum var.
Yani bugün işgal altında olan Kudüs değil, tembelliğimizdir. Gönül ve mana haramilerine kaptırdığımız aklımızdır. Aynılarda çoğalıp ayrılarda azalmak yerine kendi acılarımız üzerinde tepinmemizdir. Dünyanın en büyük açık hava kütüphanesinin içinde okuma yazma bilmeyen çöl bedevileri gibi hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan vicdanımızı esir almış nefislerimizdir.
Yoksa bugün gözümüzün içine baka baka zulmünü icra eden İsrail nedir ki?
Bir gecelik canı olan kara bir toprak parçası.
Bugün onlara cesaret veren şey bizim tembelliğimiz, hamasetimiz, kuru kuruya haykırdığımız sloganlarımız, bizleri kölesi kıldıkları elimize yapışık ekranlarımız, zihinlerini ülkesizleştirdikleri gençlerimiz, geçmişimiz ve kültürümüzle kopardıkları bağlarımız, 35 milyon gencimize rağmen üret(e)meden tüketişimizdir.
Önümüzdeki zulme cesaret veren zihnimizdeki, evimizdeki, yatağımızdaki, okulumuzdaki, sağlımızdaki, eğitimimizdeki, üretimimizdeki ve hatta inancımızdaki İsrail’dir.
Evet, farkındayım…
Herkesin her konu hakkında söz söyleyebildiği ya da bilgi sahibi olmaya gerek bile duymadan fikir sahibi olup o fikirlerin üzerine devasa iddialar bina edebildiği bir dönemde; derdiniz “eskimeyecek” bir söz söylemekse eğer, söze değer verenlere “söz söylemek” oldukça meşakkatli bir iş. Ancak, biliyorum ki söz yazıya döküldüğünde bir anlama bürünüyor ve ancak bu şekilde kalıcı olabiliyor.
Hele de kalplerimizin zalimlik karşısında direnişe en çok ihtiyaç duyduğu böyle bir kirli zaman diliminde; ihanet, zulüm ve kötülüğün gölgesi hep pusuda beklerken; karanlık eller insan hayatının biricikliğine kastederek zulmünü gözümüzün içine baka baka icra ederken eli kalem tutan hemen herkesin “hakikati amaç edinerek” yüreğini kâğıda sağması da bir görev halini alıyor.
Çünkü biliyoruz ki; sevgi, iyilik, güzellik ve en çok da hakikate duyduğumuz itikat bizi insan kılar. En çok da inanıyoruz ki her şey yerle bir olup bozulsa da onları mutlaka onarabilecek bir yol bulabilen, tamir ahlâkına sahip, dünyayı bulduğundan daha güzel ve yaşanılası kılabilecek ve karanlığın siyahına mağlup olmayacaklar kazanacak hak ile batıl arasındaki bu çetin savaşı.
Vaktin çocuğu olarak şahitlik yapıyoruz.
Bugün, dünyanın dört bir yanında direnen inanmış kesim, dört yüz yılı aşan zihinsel ve yüz yılı aşan fiili bir işgale direniyor. Zaman, eli kanlı kravatlı toplum mühendisleri ve onların yerli partnerleri tarafından her şeyiyle kuşatılmış iki milyar Müslümanın verdiği belki de insanlık tarihinin en anlam dolu “varoluş” mücadelesine şahitlik yapıyor.
Zira bu kanlı eller tıpkı bir ahtapotun kolları gibi Filistin’de Siyonizm, Arakan’da Budizm, Suriye’de mezhep fanatizmi, Mısır’da diktatörlük, Doğu Türkistan’da komünizm, Afganistan ve Somali’de ise Haçlı birliklerine dönüşüyor.
Ama bu çetin mücadelede, ne onlar dedelerinden aldıkları genetik kodlama ile hırs ve nefretlerinden vazgeçiyor ne de biz tükeniyoruz. Çünkü bizde olan ve onlarda olmayan tek şey umut ve biliyoruz ki bizim umutlarımız yaşadığımız acılardan daha büyük, bu yüzden de bizi tümüyle yok edemiyorlar.
Çünkü biz ateşin imanı yakmadığına inanan bir inancın göğsünden hikmet emiyoruz.
Buraya kadar eyvallah.
Lakin bizim, “biz nerede hata yaptık veya kurdukları devletler, fethettikleri topraklar ile yaklaşık 4500 yıllık insanlık tarihinin bin yılı aşkın döneminde tarih yazmış kadim bir kültür, bugün nasıl bu hale geldi?” sorusuna cevap bulmamız gerekiyor bugün.
Zira üzerinde yaşadığımız her karışı şehit kanı ile sulanmış bu mümbit coğrafya, ruh köklerimizin fısıldadığı “ezan okunan her yer vatandır” fikri, yüzlerce medeniyete annelik yapmış kadim Anadolu Medeniyeti bize vaktin çocuğu olarak bugün bu soruyla yüzleşmemiz gerektiğini gösteriyor.
Öyle ya, bugün kâğıda simit çizerek lanet okuduğumuz yılanın başı olan Amerika, 1783 yılında imzalanan Paris anlaşması ile bağımsızlığını kazanmış.
Yani sadece 240 yıllık bir ömre sahip ama gelin görün ki aynı Amerika bugün dünya nüfusunun sadece yüzde altısına sahip olmasına rağmen dünya servetinin yarısına, dünya ekonomisinin yüzde otuz beşine sahip. Kendisinden sonra gelen en büyük dört ekonomi olan Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin toplamından daha büyük bir ekonomik gücü var.
Bakın Ortadoğu’ya…
Dün Afganistan, Pakistan, Libya, Lübnan, Irak, Mısır, Suriye ve şimdi de 75 yıldır devam eden Filistin.
Kimdi bunlar?
Onların politikalarını reddeden, işlediği suçlara karşı çıkan, kendi zenginliklerinin yağmalanmasına karşı çıkan ülkeler.
Ne oldular?
Terörist ilan edildiler.
Bugün de tüm dünyaya “ya benimlesin ya karşımdasın” diyerek meydan okuyorlar.
Var mı karşı çıkabilen?
Kendi üstünlüğünü tescil etmek ve otoritesini pekiştirmek adına zulmü ve şiddeti artık amaç kılan bu zalimlere karşı karşılarında direnemeyecek, otoritesine itaatten başka bir çıkar yolumuzun olmadığı mutlak iktidarlarının hâkimiyet sağladığı bir dünya kurmaya çalışmıyorlar mı?
Başımızı kuma gömsek de pekâlâ görüyoruz ki, başta bugün canımızı yakan Kudüs meselesi olmak üzere Müslüman zihin çaresiz değildir. Çaresiz bırakılmıştır.
Zira tarihe baktığımızda (yukarıda da kısa kısa değindiğim gibi) ülke yöneticileri zihnen köleleştirilerek onların çıkarlarına hizmet eder hale getirilmiş; bunlara karşı çıkanlar ya darbelerle ya da şeytana rahmet okutan fitnelerle indirilmiş,
Coğrafyaların yer altı zenginlikleri talan edilerek ülke halkları fakirleştirilmiş,
Zihni saldırılar ile gençler ülkesizleştirilmiş,
Kültürel bombardımanlar ile toplumlar geçmişlerinden koparılmış,
Ve tüm bunlar sadece 100 yıllık bir çaba ile olmuş; bir toplumun 500 yılda geçiremeyeceği değişim sadece 50 yılda meydana gelmiştir.
Bugünkü Müslüman zihnin tek çözümü kendi özüne geri dönmektir. Zira cephede kaybedilen asıl yer düşmanına benzeme, onun gibi yaşama ve onun kültürüne dönüşme olmuştur. Bugünkü Müslüman zihnin emperyalizm bayrağı altında inim inim inlemesinin de ve siyonist şeytanlığın insanüstü zekâsının faturasını ödemesinin de sebebini burada aramak gerek.
Peki, neden özellikle Müslüman dünya?
Farkına varalım artık...
Bugün, doğrudan bir savaşla değil dolaylı bir savaşla karşı karşıyayız. Doğrudan değil ama dolaylı olarak İslâm’a ve tabi ki Müslümanlara saldırıyorlar. Böylelikle hem hedef saptırıyor, hem de hedeflerine daha kolay ulaşma imkânlarına kavuşuyorlar. Adına ayartıcı bir şekilde “terörizmle savaş” diyorlar bu post modern savaşın, ama terörizmle değil İslâm’la savaşıyorlar.
İslâm’ı canavarlıkla özdeşleştiriyor, bunun için de önce terör örgütlerini kendileri icat ediyor, bu örgütleri ayartıcı bir şekilde vahşice kullanıyorlar. Sonra da bütün İslâmî oluşumları, cemaatleri, hareketleri ve Müslümanların yaşadığı ülkeleri terörize ediyor ve vuruyorlar teker teker…
Kısacası küresel sistemin terörle, terörizmle savaşmak gibi bir derdi yok.
Küresel sistemin tek sorunu var:
“Her şeye rağmen küresel sisteme boyun eğmemekte direnen Müslüman toplumları cezalandırmak; daha önemlisi de Müslüman toplumlara direniş ve diriliş ruhu veren İslâm’ı sözüm ona dize getirmek, fosilleştirmek, dönüştürerek ruhunu çalmak, böylelikle protestanlaştırılmış, hayattan uzaklaştırılmış, direniş ve diriliş ruhu yok edilmiş sahte bir din icat etmek!”
Önce bütün dünyayı fiilen sömürgeleştirdiler; dünyanın bütün coğrafyalarını işgal ettiler, bütün medeniyetlerine, dinlerine saldırdılar. Şimdi de bütün dünyayı medyaları vasıtasıyla zihnen sömürgeleştiriyor ve köleleştiriyorlar.
Hedefte İslâm’ın dize getirilmesi var. O yüzden bütün savaşlarını İslâm dünyası üzerinde sürdürüyorlar.
Bizim cephemizde ise onların yedi yirmi dört mesaileri ile işin içine bir de inandığı dine dünya çıkarları uğruna yalan söyletmek de eklenince tablo tam bir bulaşıcı veba halini aldı ve yazık ki görüldüğü kadarıyla da uzun yıllar süreceğe benziyor.
Çünkü yukarıda da izah etmeye çalıştığım gibi her şeyden önce insanlar kendi kültürlerinden koparıldı. Kendi inançlarına yabancı bırakıldı. Akılsızlığının karşılığını “kader” olarak algılamaya başladı ve Allah da başına sünnettullah gereği pislik yağdırdı, yağdırmaya da devam edecek. (Yunus,100)
Bakın olan bitene…
Dünya nüfusunun neredeyse üçte birine sahip, İslam iddiasında olan altmış civarındaki hangi ülkede kan yok, gözyaşı yok, barut kokusu yok, arşa yükselen ağıtlar yok.
Hani Allah inananların yardımcısı idi?
Sabahtan akşama kadar dilimizden düşürmediğimiz, her işimizi ona havale ettiğimiz ve en acısı da başta kendi nefsim inandığımızı söyleyerek birçoğumuzun zerre kadar güvenmediği Allah’ın vaadinde durmaması mümkün mü, tabi ki hayır!
Demek ki Allah ahdinde duruyor, biz akıl nimetini kullanmayarak ahde vefasızlık ediyoruz.
Sizce de tam da bu zaman ve zeminde sormak lazım değil mi?
Neden bugün tüm batı birleşmişken Müslümanlar yaklaşık dört yüz yıldır birbirini yiyor?
Bakın kaçan da Allah diyor, kovalayan da.
Ölen de Allah diyor, öldüren de.
Sizce bu işte bir tuhaflık yok mu?
Sonuç; niteliksiz bir eğitimden geçmiş, düşünmesi ve aklını kullanma şansı elinden alınmış, özgüvensiz milyonlarca genç nüfus. Sadece tüketici olarak kapitalistlerin ihtiyaç duyduğu bir millet! Ürettiği hiçbir şeyle tanınmayan, saygı duyulmayan bir kültür.
Çünkü Müslüman ülkelere yapılan her saldırıda, altına imza konulan her anlaşmadan, piyasaya çıkarılan her filmde, çok satan her kitapta asıl amaç bu.
“Bağımlı” ülkelerin ortaya çıkmasını sağlayarak onlar olmadan bir yaşamı cehenneme çevirmek.
Bugün ise bu dünyaya nerdeyse bin yıl hükmetmiş; geçmişten geleceğe, karanlıktan aydınlığa yürümesi gereken biz Müslümanlar; kendi inancımıza, dinimize yalan söyleyerek, kendi geçmişimize ve maneviyatımıza, sahip olduğumuz zenginliklerimize sırtımızı dönerek karanlığa gömülmek için can atar hale geldik ama bu tabloya rağmen dilimizden ‘lanet okumalar, beddualar’ da düşmüyor.
Tüm bu anlattıklarımdan yola çıkın ve elinizdeki parçaları birleştirin lütfen.
Suçlu kim?
Biz mi, onlar mı?
Adamlar fıtratlarının gereğini yerine getiriyor, peki biz bu işin neresindeyiz?
Gazze’de öldürülen 3324 çocuğun cesedinde bizim parmak izimiz yok mu dersiniz?
Peki, ne olacak derseniz?
Bence hiçbir şey!
Zira egemen güçler kötü adam rolünü, gözümüzün içine soka soka hakkını vererek oynayacak ve yeryüzünü haksızlığın, kötülüğün, zalimliğin fideliği haline getirmek suretiyle dünyanın kalan kısımlarında acziyet ve çaresizlik hislerini körüklemeye devam edecek.
Çünkü onlar kendileri gibi olmayan ve kendilerinden olmayan her yeri, her şeyi, herkesi yok edip dünyaya bir adalet getirebileceklerini sanıyorlar. “Ya bizimlesin ya onlarla” diye tırmandırılan fanatizm, insanlığı terörün karanlık koridorlarına hapsetse de bugün gördüğümüz tabloda Filistin sokaklarını kana bulayan gözü dönmüş şiddet, dünyaya ekilmiş nefret tohumlarının Kudüs bahçesinde meyve vermesidir.
Bizde ise birkaç gün daha hamasi nutuklarımız, diplomatik ilişkilerimiz ile gündemde kalacak; sokaklar beddua ve sloganlarla inleyecek ama sonra unutulacak. Ta ki yeniden gündem oluncaya değin. Ama sadece biz unutacağız ve şeytan amacına ulaşıncaya değin şeytanlığını yapmaya devam edecek.
“Beni yakan ateş herkesi yaksın” mantığıyla dünyayı ateşe veren birilerine ateşin de gül bahçesine dönüşebileceğini ve üzerinde yaşadığımız bu toprakların bu samimiyete şahit olduğunu, bu geleneği mirasçısı olduğunu hatırlatabiliriz evet ama önce kendimizi fark ederek!
Yazdığımı anımsıyorum ama idrak tekrar ve ısrarda gizlidir gerçeğince yenileyelim…
Az biraz tarih koklamış biri olarak farkındayım;
Ne zalimin zulmü yalan, ne Müslümanların zafiyetleri yalan; hepsi gerçek!
En yalın gerçek ise esaret altında olanın aslında Kudüs değil; vurdumduymazlığımızla, hamasetimizle, tembelliğimizle, cellatlarımızla duyduğumuz aşklarımızla, tefrikamızla bizim esir olduğumuz!
Zira hepsi bir kova su dökse İsrail’i sel alacakken, vızıltıları İngiltere adasını sallayacakken rahatlarını ve saltanatlarını kaybetmemek için sus pus olanlar, yaşam ve zihin konforlarından zerre kadar taviz vermeyenler, 30.000 kişilik ordusuyla koca Bizans’a kafa tutan bir önderin ümmeti olduğunu iddia edenler, sıcacık evlerinden dua zincirleri kurarak kâğıda simit çizip martı doyuranlar Kudüs’e “bizim” diyor!
Kabul etmek istemesek de bizim sıkıntımız ne İsrail ne yahudi değil her tarafımızı kuşatan İsrailiyattır.
Yukarıda da andığım gibi “McdDonald’s” ta yemek yiyip, “Coca cola” ve “Nescafe” içerken, “Marlbora” sigarasını tüttürüp “Nestle” çikolataları yalarken, “Mercedes” ile gittiğimiz 7 yıldızlı “Müslüman otel”lerde “sefahat” içinde yüzerken, dolar ve borsayla birlikte “zikir” yaparken, TV karşısında birçok İslam ülkesinde çekilen “kanlı ve canlı darbe”li bir aksiyon filmi izlerken dışardaki Kudüs’e tabi ki kör kalırız!
Ne diyordu Allah(cc);
"... musibet sizin başınıza geldiğinde, kendi kendinize "bu nereden geldi" diye soruyorsunuz öyle mi? De ki: "O, sizin kendi eserinizdir." (Al-i İmran, 165)
Ve boykot işine de gelip bitirelim;
Tamam, kabul haydi boykot edelim.
Ama dilimize doladığımız 3 -5 marka olmasın bu boykot.
Bize yakışır bir halde adam gibi olsun.
Bankalardan başlayalım mesela. Öyle ya milli sadece iki devlet bankamız var ve diğerlerinin büyük sermaye çoğunluğu muhataplarımızda. Üstelik ülkede 45 milyon kredi kartı kölesi var. Artık bankacılık ş ve işlemleri yapmayalım ve adamlar bizim sırtımızdan para kazanmasın.
Sonra…
Hava yollarını kullanmayalım. Zira uçakları biz yapmadık. Uçak şirketlerinin de ortaklığında onlar olduğu için paramız onlara gitmesin.
Arabalara binmeyelim. Zira bizim ürettiğimiz arabada dahi onların parmak izi var. Diğer araçların da kim tarafından üretildiğini biliyoruz zaten.
Sonra…
Gsm şirketlerini kullanmayalım. Çünkü bunların da nerdeyse tamamı onların elinde.
Teknolojik aletleri kullanıp atalım. Bilgisayarımız, tabletimiz, telefonumuz olmayıversin. Hem o zaman adamların kurduğu sistemlerden adamları da aşağılamamış oluruz.
Artırın artırabildiğiniz kadar.
Olmadı değil mi?
Olmaz tabi…
Çünkü adamlar bilginin gücünü elinde tutuyor ama bu bilgi erdemsiz.
Bizler ise üzerinde tepindiğimiz manevi mirasın varlığını bilmemize rağmen elin oğluna muhtaç…
Peki ya yüreğimizi dağlayan fotoğraflar ve videolar?
Bebek, çocuk, kadın, yaşlı demeden katleden, kendinden olmayanlara yaşam hakkı tanımayan, kendi yumurtasını pişirmek için dünyayı ateşe veren zalimlerin faili oldukları vahşet görüntülerini ve resimlerini paylaşmak ne oradaki mazlum kardeşlerimize bir fayda sağlar, ne bizim onlara uzatmamız gereken yardım eli için bir katma değer üretir.
Bu tür durumlarda yapılan bu ve benzeri paylaşımlar insanları psikolojik olarak bir yıkıma uğratmaktan, çaresizliğe sürüklemekten, umutsuzluğa düşürmekten başka bir işe yaramaz ki biz bunun toplumdaki yansımasını bence İŞİD denen zalimlerin kafa kesme görüntülerinde ziyadesiyle tecrübe ettik.
Ben kendi adıma vahşet görüntü ve fotoğraflarının o zalimler tarafından servis edildiğine de adım gibi eminim. Lütfen ama lütfen onların bu amaçlarına hizmet etmeyin.
Pek tabi ki, tepkisiz kalalım demiyorum ama bu zulmü duyurmak için illa ki bu tür görüntü ve fotoğrafları paylaşmamız ve bizim zaten artık kırıntılarıyla avunduğumuz vicdanlarımızı daha fazla törpülemeniz gerekmiyor.
Yazarçizerimiz kalemiyle, fikir sahibimiz ilmiyle, hatibimiz haykırışıyla, tarihçimiz bilgisiyle, canı acıyıp sol tarafı kanayan yüreğini sağarak bunu pekâlâ yapabilir. Ama ne olur bu mesajın ulaştığı dostlar artık bu tür görüntü ve fotoğrafları paylaşmayın.
Kaldı ki ne acı ki onların yaptığı zulmü yine onların kurduğu sistemler üzerinden ama onlar müsaade ettiği kadarıyla haykırıyoruz.
Kalbiyle akleden bir insan için bence bu bile bizlere utanç olarak yeter de artar…
Görelim artık;
En karşıt olanlarımızın bile ‘evrensel değerler’ denince gayrı ihtiyarî yüzünü Batı’ya dönmesi tesadüf değil; incelikle uygulanmış planlı bir örtbas etme senaryosunun neticesidir.
Çünkü batı, son birkaç asırdır ilerleme ve aydınlanma illüzyonuyla sömürgeci geçmişinin günahlarını aklayıp örtbas ediyor. Bu da yetmiyor, bir de üste çıkıp dünyanın bütün ötekilerine arsızca, utanmazca, pişkince ‘gelişme’, ‘insanlık’, ‘erdem’ ve ‘etik’ mamulleri satıyor.
Yani aslında bugünkü ihtiyar dünyanın içinde, birbirine benzemeyen iki ayrı dünya var.
O dünyalardan biri; yeryüzünde adaleti tesis edecek güce ve imkana fazlasıyla sahip olduğu halde, bile isteye zalim! Üstelik, insanlıkları o kadar umutsuz bir halde ki; onlardan insaf, adalet, hakkaniyet ve merhamet bekleyen kalmadı artık! Çünkü elde ettikleri bilgi krallığının erdeminden yoksunlar!
Diğer dünya; evet utanması gereken bir acziyet içinde, yoksul, yoksun ve bazen çaresiz ama bütün bu öfke ve kahır ahvali içinde bile adaletten ve merhametten tamamen nasipsiz, insan olmaktan o kadar uzağa düşmüş değil!
İnsanlığın geleceği için, bir umut varsa ve bu umut hala diri ise; evet, umut onlarda, onların kalplerinde ama onlar da üzerinde tepindikleri kadim mirastan bihaber durumda!
Peki Kudüs kurtulur mu?
Pek tabi ki kurtulacak…
Ama biz inancımızın hakkını verene kadar bu esaret kim ne yaparsa yapsın devam edecek.
İnanmayanlar açıp biraz tarih koklayabilirler.
Bitirirken yüreklerimizi göğe yakın tutup duanın kanatlarına tutunalım;
Ey güçlü Rabbim!
Senin ayetlerine küfredenler senin peygamberlerini yalanlayıp haksız yere öldürenler ve adalet eşitlik istemek için ayaklanan kullarını öldürenler hala yeryüzünde egemendirler. Müjdelediğin azabı onlara ulaştır!