Demokrasiyi sahiplenen Batı kadar, İslam dünyası da İslam’ı bir yönetim düzeni olarak benimseyip sahip çıksa işte o zaman günümüzde İslam ve Müslüman gerçek kimliğine dönmüş olacaktır. Batı dünyası demokrasinin İslam dünyasında gerçek anlamda yaşanmasını, demokrasinin buralarda kendilerinde olduğu gibi tezahürünü istemiyor. Çünkü Batı İslam’a ve Müslümana güvenemiyor. Bu değerlendirmenin günümüz Müslüman kimliğiyle aslında bir ilgisi yok. Bu durum tamamen Kur’an’ın ve Rasül (s)’ün tanımladığı “İslam” ve “Müslüman” ile ilgili bir durum. Yoksa acı ama gerçek bugünün Müslümanı güç olarak dünya konjektüründe pek önemli bir yer tutmuyor. Müslümanın bugünün dünya kamuoyunu meşgul etmesinin en önemli sebebi belki bir gün, bugünün Müslümanın Kur’an’da ki Müslüman kimliğine evrilebilme potansiyelini taşıması... Bir diğer sebebi ise İslam coğrafyasındaki Müslümanların jeopolitik konumları ve sahip oldukları yer altı kaynakları…
Aslında ikinci sebep birinci sebebe bağlı. Zira Batı’nın ürettiği İslamfobia aslında İslam’dan korkma değil, İslam’la, Kur’an’la evrilebilecek Müslümanların sahip olduklarının ve olacaklarının farkına varma ihtimalinin bulunması… Ancak bu sayede çok iyi biliyorlar ki, emperyalizm önce kelimelerle başlar. Onlar önce sömürdükleri ülkelerin dillerinin içini boşaltmışlar sonrada o ülke halkının cebini boşaltmışlardır.
Bunu yaparken günümüzde çok iyi sistemlerle çok ince kelime oyunlarıyla dünya kamuoyunu kandırarak, yönlendirerek, algı operasyonlarıyla sömürülerine devam etmektedirler.
Demokraside halkın iradesi ve gücü “Hakk” ile buluştuğu zaman batı patentli demokrasi çıkmaza giriveriyor. Batı istiyor ki, yönlendirilen ve kandırılan tüm dünya halkının aynı zamanda gücünün ve de iradesinin de bu sayede Batı’nın çıkarları doğrultusunda, tamamen Batı patentli, Batı değerleriyle bezenmiş, allanmış pullanmış bir demokrasiyi dünyaya pazarlamaya devam etmek…
Batı’ya göre, Batı değerleriyle şekillendirilen insan ve toplum tam anlamıyla “medeni” demokratik insan ve toplumdur. Batının bu aldatılmış, birileri tarafından yönlendirilmiş değerlerinden nasibini almamış insan ve toplumlar medeni sayılamazlar.
Batı’ya göre hayat, yaşam sadece kendi değerleriyle bir anlam kazanıyor. Batı dünya toplumların irade ve gücünü ellerinde tutarak böylece dünyaya yön verme ve de akabinde “pasta”ya sahip çıkma ve sahip olma derdinde.
Batı, dünya halkının irade ve özgürlüğüne ipotek koyma yüzsüzlüğünü gösterme, bu hakkı elinde bulundurma iddiasını ve gücünü nerden buluyor?
Aynı zihniyettir ki, Allah (cc)’ın gönderdiği dinleri de bu sebeplerle ve gerekçelerle tahrif (değiştirme) ederek gücü ele geçirme kavgasından başka nedir ki? İslam’ın hakim olduğu devirlerde peygamberler ve müminler “Hakk”la oldukları için izzet, şeref, hak ve güç onlarlaydı. Ve insanlarla bir olan birliklerine ve kardeşliklerini tesis eden bu hakikat tahrif edilince hak şekil değiştirerek saf değiştirdi. Haklı olan değil, güçlü olan haklı olur oldu. Allah (cc)’ın mümin kullarına verdiği meşru “Hakk” gücünü müminler, “Sezar”lara kaptırdılar. İşte demokrasi böyle hortladı aslında, tıpkı bir Frankeştayn gibi… Ve yine bir kısır döngü içine giriverdi tüm dünya halkı; ne yaptıklarını bilmeden dirilttikleri Frankeştayn’a aşık oluverdiler.
Ve yeryüzünde bir slogan yükseliverdi:
“Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya, Sezar’ın Hakkı Sezar’a”
Evet Batı, tanrısının hakkını koruyamayıp “Hakk”ı Sezar’a çaldırmıştır. Böylece yüzyıllar sürecek bir kaosun temelini de böylelikle atmışlardır. Artık bir insan olan Sezar, kendini yeryüzünün Tanrısı ilan etmiş, ve imparatorluğunun ve meşruiyetinin sebep ve temelini tesis etmiştir. Sezar bu yeni insanlık dini (demokrasi)nin ilk peygamberi olmuştur. Çağdaş havarileri ise onu günümüzde şevk ve heyecanla takip etmektedirler.